SAKLAMBAÇ (Köyümüzün Hikayeleri)

SAKLAMBAÇ (Köyümüzün Hikayeleri)

Fuat‘ı saklamak
Daha küçüğüm ve büyümeme de çok var. Annem bana “kızanım” diyor. Aslında onun için “ninem” demeliydim. Bizim burada anneler ninedir, nineler de anne!

Ve biz ilk önce “dada” oluruz. Bu epey sürer, iki üç yaşından sonra “kızanlık” unvanı gelir. Erkekseniz bir adınız de çocuk’tur. Ben hem kızan hem de çocuk’um, erkeğiz ya… Biz en çok parlak renkli (Bizim için “kalaylı”) yimbeşlik’i tutuyoruz ama sarı yimbeşlik’ler de var, kahverengi on kuruş beş kuruşlar da gırla! İbram Aga’nın dükkanında ise her şey var… Püsküt’ler sayıyla veriliyor. Finger türü olanların on tanesi “yimbeş” “kıramalı” olanların beşi, otuz beş guruş. Bir kalaylı bastırdınız mı on tane püsküt elinizde. Kağıda sarma ambalaj paketleme falan istemez “gugulete” edilmiş kıvrık bir gazete kağıdı işinizi görür Kıramalının ilk önce kreması yalanır sonra püsküt’ü yenir. Kimi zaman da iki kalaylıya kıyılır on püsküt on lokum alınır ve “kıstırma” yapılır. Eh yanında bir de sarı gazoz olursa…
Bunlar çocukluğumuzun lüks yiyecekleriydi.
Evde ise sofradan tarhana eksik olmazdı. “karıştırma” bittikten sonra tencerenin dibi kazınırdı. En çok “katık” pişirilirdi. Hayvan buzağılayınca bütün çocuklar koyultmaç’a doyardı. Koca Annem’in kaçamak’ı meşhurdu. Küpten köpüklü pekmez içilirdi ama adı macın’dı. “Aşlama” doğranıp kurutulur gak’tan “sûkluk” yapılırdı. Kıra çıkılır “güvem”, dere yanında “karamık” yenirdi. “Gödek kolaç akıtma bostan bârebütün”. Bu zengin(!) mutfağını kim unutur…
“Körçepiş goplik dokuztombiş cakka” oynanırdı “elimpısık” olan oyundan atılırdı. Koru’da arabacık’la salınır, Boba Tepesi”nde “kamçıcık” Çayboyu’nda “akçabardak” toplanırdı. Kıçımızda “dirili don” ayağımızda “kayruka” vardı. Köyde ilk naylon çorap İsmêl Usta’nın Büyük Gelin’de, ilk mont da Âmetçavuşların Ömer’de görüldü (Ömer, babasının yaşına geldiğinde acemisi olduğu traktörün altında kalarak göçüp gitti. Âh ne iyi ne temiz çocuktu).
*
Manda güdüyorum (Aşağıannem’e göre bunlar “su sığırı”).
Çoğu kızan sığır ya da koyun ardında, Korcu da bizim ardımızda… Çavuşunbahçeyanı’nda yeni boylanmış iki kavağı kesip sopa yaptık. Mâcıramedin Âmet yanımda suç ortağı… Korcu Akkaş Osman -sanki bizi gözlermiş gibi- geldi başımıza dikildi (Daha bayram namazında dizüstü kalkıp dualı sakal bırakmamıştı). Olanı gördüğü belliydi ve yeni soyulmuş kabuklar, o taze bildik iç gıcıklayıcı kokuyu yayıyor… Baktı “ç-ç” eder gibi yaptı. Sonra azarlayıcı sözlere geçti: “Bize hiç yakışır mıydı. Ben -bir de- muhtar çocuğu olacaktım. Şimdilik bir şey yapmayacaktı ama ikincisine yakalarsa Allah yarattı demeyecekti… Şimdi hadindi bakayım!”
Mandamız ağırbaşlıydı ama sütü çok azdı. Ben malak görene kadar satıldı. Herhalde gizlice ağladım.
Babamın işleri düzelir gibiydi. Birkaç balya zembil sattı, basmacılığa başladı. Bir taliga ve sonradan dişi olduğunu öğrendiğim bir at aldı. Ben dişi at istemiyordum (Oldum olası hayvanın dişi cinsinden hoşlanmam). Atın aksiliği gitgide arttı ve çekilmez bir hal aldı. Bir kış günü akşam yemeğinde Babam kararını açıkladı. Ağzından yemine yakın bir söz çıkmıştı, dönüşü yoktu. Karlı yolda o gün de ayak direyen atı satacak, harç borç bir kamyonet alacaktı. Bu müthiş bir şeydi. Eskibalıklılı Mestan ve Karantılı Zakkir”in muavinlik yaptığı “posta“lardan başka araba gördüğümüz yoktu. Köydeki iki traktörü ise arabadan saymıyorduk. Araba dediğinle panayıra gidilirdi, tarlaya değil!
Panayırlar… Ah panayırlar benim panayırlarım.
Şehre inmek için panayır beklenirdi. Mestan”ın sarı boyalı tomofili veya Zakkir”in muavinlik ettiği Karantı Postası’yla gidilirdi. Zakkir Amca’nın bir “Devvaamm eet Selattiinn” deyişi vardı ki buna bayılırdım (Selahattin herhalde arabanın sürücüsüydü). Hayat çok yavaş teknoloji harikaları ise çok hızlıydı! Camdan yol kıyısındaki ağaçlara bakınca başımız dönerdi. Şoförler (Biz şüfer derdik) bizim için yarı kutsal kimselerdi. Giyimleri bizim gibi olmazdı ve üzerlerine sinmiş benzin mazot karışımı mest edici bir kokuyla dolaşırlardı. Memleket görmüş insanlardı. Sessizce sokulup konuşmalarını dinlerdik. Anlamazdım ama bilmediğim şeyler dinlemek hoşuma giderdi. Hele levye kontak bagaj ehliyet tirafik far korna şüfer malli ruhsat eksoz debriyaj… deyişleri yok muydu, ağzım açık dalar giderdim. Ve o benzin kokusu egzost dumanı yok mu… Bu duman hep kapkara olurdu. Bütün bunlar beni masallardan daha çok kendine çekerdi.
Panayır için şehre erkenden varmış olurduk. İlle de ikinci gün giderdik, o gün panayırın koyusu’ydu. Dondurma pamuk helva yenir limonata içilir uçan sandalyelere binilir düdük ve çakı alınırdı. Öğlene varmadan köye dönmüş olurduk. Bir de Dönüş Panayırı vardı, onun gelmesi için Eylül ayı beklenirdi (Kızların panayırı nasıl olurdu hiç hatırlamıyorum. Herhalde onlara da limonata içirilir ve naylon bebek falan alınırdı).
*
Gün geldi Babam kamyoneti satıp eski bir dolmuş aldı (Pek üzülmedim çünkü. Skoda’da taligadaki ruh yoktu!) Artık şehre yolcu taşıyacaktı ben de muavinlik edecektim, Zakkir Amca”nın yaptığını yapacaktım. Bu acayip sükseli bir işti. Hergün şehre inebilmek… Dahası arabada yedinmek… Şehir -panayır dışında- o kadar önemli değildi. Arabaya binebilmek, işte hayat buydu! Yolda paraları ben topluyordum. “Evvet beyler” sözü bana aitti (Aslında bu sözden çok, cılız ergenlik nârası gibi bir şeydi). Bir sürü madeni para, tavşan yavrusu gibi üreyip cebimi şişiriyordu. İyi kazanıyorduk. Tam da şehirde ortaokula başladığım yıl arabanın alınması iyi olmuştu. Bizimkiyle birlikte üç dört köyün öğrencisini biz çekiyorduk. Çerkez köylerinden çok iş çıkıyordu. Çerkez gençleri o köy senin bu köy benim, haftada bir iki düğüne gidiyordu. Çok geç dönüyorduk ve ben arabada uyumuş oluyordum. Ama arabada olmak zevki bambaşkaydı. Şehrin çarşamba pazarı dışında araba pek dolmazdı. İstediğim koltuğa geçip otururdum. Etrafı arabadan seyretmek serhoş edici bir şeydi. Güzel işti muavinlik…
Sinema hastasıydım. Bir keresinde sarı saçlı sarı kaşlı gülümseyen yüzlü bir çocuk olan Servet, elinde garip bir aletle geldi, sinema makinesi yapmıştı. Ben de naylon torbalardan şerit kesip bir şeyler çizdim. Dükkandaki ışıkları söndürüp makinenin ampulüyle duvarda filim oynattık (Ha bu arada bir odamız sokağa açılan bir kapıyla bakkala çevrilmişti). Çizgi filim nedir bilmezken bir köy bakkalında sanat icra ettiğimizi yıllar sonra anlayacaktım. Ne yazık sürdüremedik. Yoksa Türkiye”nin sayılı filmcilerinden olmamız işten değildi!
Gençleri yazlık sinemaya da biz götürürdük (Sinema tutkum o zamanlar başladı). Köye gelen gezginci sinema da iyiydi ama şehirdeki yazlıklar bambaşkaydı. Köyde Şevket Aga”nın avlusunda kütük üstüne oturularak seyredilen filimler… Bir kalaylıya siyah-beyaz, onaltılık, bir saatlik filmlerdi bunlar. Yazlıkta gençlere sigara serbestti. “On dakka ara”da çekirdekçi ve gazozcu çocuklar gezerdi. Buz dolu eski gaz yağı tenekesinden soğuk gazoz içmek bir ayrıcalıktı. Köydeki arkadaşlar içinse bir hayal. Seyrettiğim filimleri bir anlatışım vardı ki…
Masal gibi oyun gibi günlerdi. Bir hayal dünyasında rüya görür gibi yaşıyordum. Hayatla ilgili en ufak bir fikrim yoktu. Bu çocuk bir dünyaydı. Saklambaç oynar gibiydik. Her şey sanki bir oyun veya bir masalın devamı gibiydi.
İşimiz de yoktu. Dedim ya her işi bir oyundu veya oyunu iş edinmiştik.
*
Cenaze olunca çocuklar evde durmazdı. Uzakça bir yerde durur ama tabuta hep aynı mesafede yürürdük. Tabut yanınca toprak ibrik taşırdık. Kulpa asılı peşkir taşıyanda kalır, ibrik cami aptesliğine bırakılırdı. Teravihler en büyük eğlencemizdi. Cami tavanında üç safa yakın çocuk toplanırdık. Muhtemel bir iki yaş büyüklerden biri bir hinlik yapar, hepimiz gülmeye başlardık. İçeri girer girmez ilk yaptığımız ise iki cebimize birer tespih koymaktı. Millet secdedeyken gülüşme başlardı. Birinin abartılmış ve anlam katılmış bir öksürüğü veya bir el hareketi yeterliydi. Gülme krizi zincirleme bütün çocuklara yayılırdı. Bir ara -tahammül haddi aşılınca- Ramazan müslümanı kılıklı bir amca yavaşça gelir, rastgele hafif tokatlar atar ve bir müddet susulurdu. Ama ilk secdede aynı çılgın şakalar yeniden başlardı. Çoğu kader arkadaşım gibi gülerken ben de -birkaç kere- önümü ıslattım.
*
Bir gün… Herhalde yazdı.
Yine araba dolu değil. Millet işte. Şehre doğru gidiyoruz. Aziziye sapağı önünde durduk, iki yolcu var. Hemen kapıyı açtım. Muavin dediğin araba durmadan kapıyı açar, hareket etmeden de binmezdi. Doğrusu hiç zorlanmadan ve en iyi yaptığım hareket buydu. İsmailhakkı Amca arabaya binmedi, babamdan yana geçti galiba bir şey konuşacak. Bizim muavinlik cakası boşa gitti… Babam “Allah… Allah… nasıl yani… yapma yav” gibi şeyler söylüyor, Amca ağlamaklı. Babamın ısrarına karşılık adam sakin. Dikkat kesildim: “Eh öyle ya… Geçen gün sakladık… takdir işte” Babam, sabırlık diliyor dönüp bir daha sorup “başınız sağolsun” diyor. Duramadı, ihmal etmiş gibi arabadan indi adamın yanına dolandı. Konuşma uzadı. Dokuz yaşındayım ama olanı tahlil edemiyorum. Hele “Fuat”ı sakladık” sözü içimde anlamlı bir yer arıyor (Yıllar sonra Hasan Boğuldu’da bu ölümün izini aradım, yoktu). Fuat Âbi ortaokul arkadaşım Fahri’nin ağabeyi ve on altı yaşında. Allah Allah… Fuat’ı niye saklasınlar? Yoksa Fuat kendi mi saklandı, bu nasıl ne biçim bir saklambaç böyle!
Babam teselli olduğu belli sözlerini bitirip arabaya bindi. Durmayıp sordum.
-Fuat Âbi niye saklanmış ki?
-Ha!
-İsmailhakkı Amca diyôdu ya…
-Yok be oğlum yok… öyle değil… Yazık, gül gibi çocuktu. Rahmetli olmuş işte, ölmüş. Ecel bu, kime geleceği belli mi.
-!
*
O yıl Aziziyeli Fuat”tan başka bizim köyde dedem Nasıf Abba ve Boyluların İsmail’in yanında, Tursakların Mêmet’in bir dadası da saklandı. Onlar için de “göçtü rahmetli oldu vâdesi doldu yerinde dinlensin elden ne gelir Allah daha çok sevmiş” dendi.
*
Eskiden ölenler saklanırdı. Bizim burada -hâlâ- saklanmayı sürdürenler var. Üniversite yıllarında ölümden kurtulmak için saklanıldığını da öğrendik. Kimi zaman ikisinin aynı şey olduğu söylendi.
Dostları sakladık, güvendeler!

Sosyal Medyada Paylaşın:

BİRDE BUNLARA BAKIN

Düşüncelerinizi bizimle paylaşırmısınız ?

reklam

reklam

reklam reklam