MENEKŞE
Düz bir burun… Evet, gayet düz. Sanki alnından dı¬şa doğru hiç çıkıntı yapmadan, aynı hizada aşağıya doğru inen bir silûet…
Bu sütunun, ağızla olan dar aralığında çok gür olmayan bıyık. Neşeli bir ağız. Yi¬ne, düz devam edip birden sona eriveren çukur gamzeli çe¬ne. Alnı yukarıya kalkık. Kaş hizasına kadar bütün alnı kap¬layan uzunca bırakılmış perçemler. Enseyi, gömlek yakasına taşacak biçimde örten ve bir yeleyi andıran, iyi taranmışlığı belli saçlar. Özelliği olmayan kulakları saçlar yarı¬ya kadar örtmüş. Yüzüne göre epey gür sayılabilecek arası tır¬tıl çatıklı kaşlar (Kaşları ağız hareketine göre hep bi¬çim değiştirir). Anlamlı, derin, ama iddiadan yoksun göz¬ ve bol çalı kirpikler. Yanakların göçük gerginliğinde si¬zi ‘merhaba’ bakışıyla süzen bir genç adam. Konuşmaya başladığında dudaklar ve ağızdan başka, mutlaka ellerini ta¬kip etmelisiniz. Yine de bu dikkatiniz yeterli olmayabilir; il¬le her kelime değil, her ses değişiminde yeni bir anlamın biçimlendiği yüz mimikleri… Bu ayrıntıları kavramadan, gövde ve vücut hatları size bir şey ifade etmeyecektir. Sırım gibi zayıfa kaç¬mış bir gövde… Onu tombul düşünmek mümkün değil¬dir, yoksa yüzdeki o ifade kayboluverir.
Menekşe’nin geceleri beli boş olsa da eli boş olmaz. Kendisi kahveden geç ayrılan bir müdâvim. Her ne kadar sokak lambaları yanıyorsa da avlu dibinden kimin, neyin çıkıvermeyeceğini kim iddia edebilir! İşte, böylesi beklenip istenmeyen ve ani refleks gerektiren vaziyetler için el¬de yumruk büyüklüğünde en az üç adet taş bulundurulması elzemdir!
Yazın ay çıkar mehtap olur, geceler kısa, her yer insan doludur. Saat gecenin ikisi bile olsa, yolda elbet birilerine rastlanır. Taş atılmadan, amma velâkin hafif yollu bir türkü tutturarak insan kolayca, emin-sâkin evine varabilir. Ya kı-şın öyle mi? Kış gecelerinde gölgeler bile tuhaftır. Hele ka-ranlık? Zifiri siyahlık her köşe başını, duvar, avlu kenarı¬ ve ağaç diplerini kuşatmıştır. İnsanın kendi gölgesi bile ışıktan uzaklaştıkça esâtirî bir devliğe kavuşur. Üstüne üstlük devâsâ büyüklükte masal hayvanları -hem de sesleriyle- çömer. Hele hele o sahipsiz çığlık, uğultu, inleme, hatiften gelen davet¬, hışırtılı feryatlar… Bütün bunlar, sadece rüzgarın esişin¬den olan şeyler değildir. Sanki bilinmez, tarifi zor, türlü ya¬ratık rüzgar kılığına girmiştir. Gölge ve sesin birleşmesiy¬le yeni can ve biçimler kazanmıştır. Hepsi tükenmez bir ve¬him kaynağıdır. Gizli dünyalarından çıkıp pervasız¬ ve alenî cin peri oluvermişlerdir. İşte ya, insan bu türlü umulmaz tehlikelere karşı daima hazır olmalıdır. Bir an bile tedbir elden bırakılmamalıdır. Belirlenen korku nokta-larına taş atılmalı, hatta daha önceden ıslık çalarak o şeyler ürkütülmelidir. Bilinen dualar tekrarlanmalı, unutu¬lanlar ise yakın zamanda tez elden öğrenilmelidir.
Menekşe’nin kendisini epeydir meşgul eden bir derdi vardı. Kuşku yumağı, evham çıkısı bir adamdı. Bugüne kadarki vehimlerinin aslı çıkmamış olması mühim değildi. Vehim ve kendisi ayrılmaz bir ikiliydi. Şu aralar kendi¬sinin takip edildiğini sanıyordu. Sanmak ne kelime, bu¬na emindi! Yalnız, bu takip pek garipti. Kendi bilgi ve tecrü¬belerine göre, takip dediğin arkadan izlemeyle yapılırdı. Ta¬kipçi sizi izler, döndüğünüzde saklanır, tekrar başlar… Bu böyle sürer ve nihayet, uygun ânı yakaladığına inanan takip¬çi işi bitirir. Lakin, Menekşe’nin düşmanı böyle yapmıyor¬du. Herifçioğlu kahveden eve gelene kadar ortalıkta görünmüyordu. Atılan köşe bucak taşlara cevap verdiği de yoktu. Bu minval üzre Menekşe bahçe kapısına varıyor ve takipçiyi av¬lunun alt yanındaki dut ağacının dibinde çömelmiş ve ken¬disine kara namlulu bir silahla nişan almış buluveriyordu! Bu ne tınmaz, ürkmez, ısrarlı bir düşmandı böyle… Atılan taş¬lardan etkilenmiyor, edilen gâliz küfürlere cevap verme tenezzü-lünde bile bulunmuyordu. Amma sıkı adamdı dürzü!
Her akşam -evet tam yirmi gündür her akşam- aynı tehlike. Yanında gürültüye dış lambayı yakan hanımı ve türlü lânetçi küfürle o tarafa yöneliyor, artık aydınlanmış dut ağacı dibinde kimseyi bulamıyorlardı. O sinsi nazarlı, eli tüfekli -belki de beli bile bıçaklı- tuzakçıyı göremiyorlardı. Eve giriliyor, bu sefer de karının türlü tenkid ve bitme¬yen sızlanmasıyla uğraşılıyordu. Ama bütün bunlar bir gerçeği yok edemezdi: Herif yirmi gündür oraday¬dı ve her gece aynı vakitlerde elinde silahla kendisini bekli¬yordu. Henüz ateş etmemişti ama her an elinden bir kaza çıkabilirdi! Elin ke-feresi daha ne kadar beklerdi, elbet bir gece tam kapıdan girerken, olan olacaktı.
Menekşe’nin son kuruntusu, diğerlerine göre daha anlamlı ve en tehlikeli olanıydı. Öteki korkular, sokak cin-perileri, uzayan gölge¬ler, müphem hışırtılar… bunun yanında hiç kalırdı. Bü¬tün araştırma, gözden geçirme, ince eleyip sık dokumalara rağmen, kendini vur¬mak isteyecek bir can düşmanı tespit edememişti. En sonunda o tüyler ürpertici hükme ulaştı: Onlar! Evet, bu mutlaka onların işiydi. Demek, cin-peri tâifesi kendi¬sini hedef seçmişti! Belki öldürmeyecek ama ya kaçı¬racak ya da korkudan delirtip kendi saflarına çekecekler¬di (Her iki durumda da kendisinin altına kaçırma ihtimali değişmiyordu).
Kocakarı kıtlığına kıran girmemişti, dost tavsiyeleri¬ne uyup türlü türlü muska edindi, ‘elektriklere fiş, kem gözlere şiş’ diye nice derûnî sayıklamada bulundu. Yine, tavsiye üzerine gündüz üç öğün beş vakit dut ağacının di¬bine kırk birer kere ‘menekşe… menekşe’ diye seslendi. Öyle ya lâkabı iz bırakır, gece periler orada tutunamazdı. Lâkin çare olmadı. Öğütlere uyup üç öğün beş vakit dut ağacı dibine küçüksu döktü! Bu¬nun yarardan çok zararını gördü. Son defasında öğlen vakti abdest bozarken ezan okunmaya başladı; olacak iş de¬ğil… Ezan sırası da edilmez ki… İş de bitmiş değil, üstüne üst¬lük bu acaip haldeyken bir de halasıgiller dış kapıdan girme¬sin mi? Kaçar mısın tutar mısın; rezilliğin adı rezalet! Bu esaslı tedbir ve garip çözüm arayışını seyreden iki kızan de cabası yani.
Menekşe Yakup son bir tavsiyeye daha uyarak, mâ-lum usule göre dutun dibini menekşe diye tılsımlamıştı. Ve… o günün gecesinde o meş’um kâbustan kurtuldu. Hayret, dut ağacının dibi bomboş! Ara, bakın… kimseler yok. Hayret ki, gel de seyret. Olmuştu işte, sonunda kurtulmuştu. Menekşe lafı meğer tılsımlıymış. Niye saklasındı, eskiden beri kendinde bazı fevkala¬delikler hissetmiyor değildi! Ama bu kadarı… Yazık, bugüne kadar bu yolu niye denemediğine kızdı. Sülbiye Teyzesi haklı çıkmıştı. Hep ‘Yakupçâzım, şu yakana bir menekşe tak. Bak göreceksin, seni bırakacaklar’ diyen de o değil miy¬di? Ama kış günü nereden bulunur da takılır bu çiçek; olsun, adı bile yetmişti mübâreğin!
Menekşe Yakup üç gün daha peri meri görünmeme-sine rağmen gitti, gündüzleri orayı kırk birer kere daha menekşe diye seslenerek tılsımladı. N’olur n’olmazdı. Yetinmedi, nice değişik abdest bozdu. Tam kurtuldum derken, dördüncü günün gecesinde tuzakçı, takipçi -her ne akçı, ipçi ise- gene aynı yerde ve namlu kendisine çevrili! N’âpsındı şimdi?
Korku, şaşkınlık, panik derken kendine kaynağı belirsiz bir cesaret geldi. Bu önemli duyguları bir kıyıya bırakıp hızla eve dal¬dı, kapıları yumrukladı, milleti ayağa kaldırdı. Karısına göre bu kadarı da -biraz- fazlaydı! Tar tur edecek oldu, Yakup ağız açtırmadı, cinleri tepesindeydi. Işık yakmayı falan aklına getirmeden elde çifte dışarı fırladı. Fişeklere bakmamıştı bile. Böy¬le âcil durumlar için tüfeğini daima dolu tutardı. Soluk soluğa koşuşturuyor, sahipsiz küfürlerle düşmanını arıyor¬du. Şaşılacak şey, düşman, hâlâ yerinde! Korkmak nedir bilinmez miydi bunlar be! Esastan periydi bu, başkası olamazdı. Öyleyse, nasıl ateş edecekti; ya insansa? Bu, mühim değildi! Ya, kendini tutup çarparsa…
Çocukluğunda anlatılanları hatırladı: O masallarda bir Taran Pisi vardı ‘ararım tararım… kızanları kaparım’ diye ev ev dolaşırdı. Bazen de ağaç diple¬rine saklanır, işeyen görürse sırtındaki çuvala atıverirdi. Acaba, o muydu? Belki de Eski Taran Pisi’nin torunların¬dan biriydi. Ya üstüne atlayıverirse? Acaba, yakınlarda ne kabahat işlemişti?
Gölgelerin gösterdiği yeni bir korku hayvanından ürperip asıl maksadını hatırladı, kendini tüfekle yapa¬cağı işe verdi. Yaklaşıp diz çöktü. Hazırdı; çabuk ha¬reketlerle gözlerini yumdu ve tetiğe dokundu: Güümm… Tüfeğin patlamasıyla saçmalar gidip yerini buldu, hedef paramparça etrafa savruldu. Söz konusu hedef çığ¬lık falan atmamıştı. Demek perilerin sesi yoktu! Her ne ise onu vurmuştu. Konu komşu n’oluyora çıkıp ahret sorularıyla iç avluya doluştu. Ne de olsa saat gecenin bir buçuğu (Aslında bu işler olurken saatler tam sıfır on yediyi gösteriyordu).
Dış ışıklar yakıldı, el fenerleri getirildi, hedefin vuru-lup dağıldığı dut ağacının yanına gidildi. Merak ve azalan bir korkunun heyecanıyla toplanıldı. Yaklaşık on iki çift göz cinayet mahalline dikildi. Ve… buruk bir gevşeme: Her yan tavuk tüyü! Çuval parçaları yeri kaplamış, bir kıs¬mı havada uçuşuyor…
-Ulan, kim astı bu çuvalı buraya be?
-Ben asıyôdum ya…
-Ulan karı, bu muydu derdin! Bir aydır, ne çekiyôm ben…
-Tüy çuvalını cin-peri mi sandın?
-Buba, bundan mı korkuyôdun hıı?
-Ulan veletler, gidin başımdan be! Zaten re¬zil olduk.
-Yâvu, bu vakit silah atılır mı?
-Oldu bir iş…
-Orda adam olsaydı, geberip gittiydi.
-Ağzını hayra aç! İyi ki yokmuş. Git bir de katil ol… İşe bak yâv… ç-ç-çı…
-Bir daha evhamlanmazsın ha?
-Ne evhamı be! Az kalsın katil olcaktık.
-Neyse, verilmiş sadakanız varmış.
-Vallâ yâ…
Zavallı tüy çuvalı… Karısı, Yakup’un titizli¬ği yüzünden tavuk tüylerini çuvala doldurur, sonradan götürüp sokaktaki gübreliğe atardı. Aslında bu kadar bek¬lettiği olmazdı çuvalı ama nasılsa unutmuştu bu aralar. Ak¬sine aksi üç günde bir tavuk eti yiyorlardı. Arada karın ağrısı ayağına takılan Yakupçuk nerden duyduysa duymuş, mide sağlığı için habire tavuk eti yemeye başlamıştı. Kadıncağız epeydir silkemediği tüy çuvalını avludaki dut ağacı gövdesindeki paslı bir çiviye asıveriyordu. Yakup evdeşini haksız yere pek hırpalamıştı gene. Rezilliğinin hın¬cını ondan almak ister gibiydi. Kadın durduk yere haşlan¬masına kızdı ‘İnsafın kurusun! Be herif, kaç aydır üç günde bir yediğin ta¬vukların da mı hakkı yok’ dedi. Ama tüy çuvalının üç öğün beş vakit yapılan menekşe tılsımın¬dan sonra üç gün üç gece dut di-binde görün¬meyip dördüncü gün yeniden ortaya çıkıvermesini bir türlü çözemediler.
Yakup MENEKŞE – II / Başka Bir Hikaye / Osman KİBAR